Rumelikavağı - Rumelifeneri

Geçen haftaki turun ardından uzun yol yapmak için fırsat kollarken havanın da düzelip, rüzgarın azalmasıyla kendimi Karadeniz'e doğru vurdum. Sabah altı buçukta sele üstündeydim ve yavaş yavaş mavi-yeşil görüntünün keyfini çıkara çıkara pedal bastım. Boğazın Karadeniz'e açılan kısmı ve Karadeniz'in o muhteşem manzarasını bazen yol kenarında durup anlık, bazen de oturup saatlerce izledim. Bu güzelliklerin yakın zamanda dikilecek üçüncü köprü ile yerle bir olacak olmasına mı üzülsem yoksa şehre geri döndüğümde tekrar içine daldığım, umarsız insanların içinde birbirini yoksayarak savruldukları şu cinnete mi...

Tur klasik bir rota olduğundan anlatma ihtiyacı duymuyorum, birkaç fotoğrafla özetlemeye çalışayım...

Rumelikavağı'na giderken sağımda boğaz manzarası

Boğaz'ın Karadeniz ucu - Rumelikavağı'na az kala

Tepeden Rumelikavağı

Rumeli Kavağı'na Hoş geldiniz..

Şehri geride bırakırken

Yollar mükemmel , araba yok, doğa harika...

Garipçe köyü'nden bir kare

ve Rumeli Feneri...

Başka bir açıdan Rumeli Feneri..

Karadeniz

Rumeli Feneri Kalesi

Kale burçlarından bir manzara

Rota - kırıızı ile işaretli ( Başlangıç noktası Boğaziçi Ünv. Kampüsü)

Turun tüm fotoğraflarını içeren albüm:

Yengeç Dönencesi

Blogda şu ana kadar hep bisiklet üzerine birşeyler yazmış olsam da yol öykülerini sadece bisikletle kısıtlamayı düşünmüyorum. Kendi turlarım veya internette karşılaştığım uzun turların yanında benzer şekilde yapılan ve kaliteli bir şekilde belgesel filmlerle sunulan turlardan da bahsetmek istiyorum.. Bu konuda rakipsiz olan bir grup varsa o da kuşkusuz BBC'dir... ve bu haftaki son bölümünü de biraz önce izleyip tamamladığım "Tropic of Cancer" - Yengeç Dönencesi, son zamanlarda izlediğim ne muhteşem keşif belgesellerden biri olmaya aday.

İleriki yazılarda burdan da tanıtmayı düşündüğüm maceracı yazar Simon Reeve geçen yıllardaki Ekvator ( Equator ) ve Oğlak Dönencesi(Tropic of Capricorn) turundan sonra altı ayda tamamladığı Yengeç Dönencesi turunun da sonuna geldi. Lisedeki coğrafya derslerinden hatırlamayanlar için konuyu şöyle hatırlatalım ( bilenler için de birkaç ekstra bilgi ile ):
  • Yengeç Dönencesi Güneş ışınlarını yılın belirli zamanlarında tam 90 derece ile alan Tropikal Kuşağın kuzey sınırını oluşturuyor ve kuzey yarım kürede 23 derece 27 dakika enleminden geçiyor.
  • Dönence çizgisinin yeri, 41 000 yıllık periyotlarla Dünya'nın eksenin yaptığı hareket nedeniyle 22.5 ile 24.5 enlemleri arasında değişiyor.
  • Yengeç Dönencesi, Orta Amerika'da Meksika ve Karayipler üzerinden geçip Afrika'da Batı Sahara, Cezayir, Libya ve Mısıra'a uğrayarak Arap Yarımadası, Hindistan, Laos, Vietnam ve Çin üzerinden devam ediyor. Dönencenin uzunluğu ortalama olarak 36 749 km.
  • Tropik bölge gezegenin yüz ölçümünün dörtte birini içine alan bir kuşak
  • 120 ülkeye ev sahipliği yapan Tropik kuşak dünya nüfusunun üçte ikisini barındırıyor
  • Tropikal kuşak aynı zamanda en fazla biyoçeşitliliğe sahip olan bölge
  • Tropikal kuşaktaki ülkeler genellikle siyasi karışıklıklar ve fakirlikle boğuşuyorlar; Dünyanın en fakir 45 ülkesinden 38'i bu bölgede yer alıyor..

Simon Reeve'in bu 6 bölümlük belgeseli klasik "gezelim-görelim" tarzındaki belgesellerden çok farklı. Turu boyunca yengeç dönencesi üzerinde ya da ona çok yakın bir hatta yol alıyor ve uğradığı ülkeleri objektif bir şekilde, özellikle ülkedeki karışıklıkları ve doğa tahribatlarını da göz önüne sürerek hareket ediyor. Çin ve Burma gibi otoriter ülkelere giriş izni alamadığından buralarda çekim yapamıyor fakat gittiği birkaç ülkede de iç karışıklıklar nedeniyle zor zamanlar geçiriyor. Belgeselin son bölümünde Tayvan'da karşılaştığı görüntü ise belgesele harika bir nokta koyuyor bence..

Harika bir sunuş BBC kalitesiyle birleşince mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel ortaya çıkmış.. Kaçırmayın derim...

Belgeselin Amazon Linki için tıklayınız.
Belgeselin resmi sitesi için tıklayınız.
Belgeselin BBC'deki sitesi için tıklayınız.

Bu yazıyı ayrıca yeni Belgesel Blogum "Bu Belgeseli Mutlaka İzle"de de paylaştım. Belgeseli internetten indirmek için site önerilerine ordan göz atabilirsiniz..
Prenses'e Mektuplar'dan "Abartılmış Çizgi"..

© Andrzej Graniak / Polonya

Her ne kadar blog gönderisi "Abartılmış çizgi" olarak isimlendirilse de bana geçeğe fazlasıyla yakın gibi geliyor...

Puncture Kit

Yol bisikletini modifiye ederek mobil bir davul kitine dönüştüren ve şu sıralar Londra sokaklarında çalan David Osborne, diğer bir adıyla Puncture Kit...

Puncture Kit from sound advice on Vimeo.

Kriket uğruna yollara düşmek

Dünyanın bir ucundan, İngiltere'den kalkıp 25 000 km yol kat ederek kriket sezonunun açılışına yetişmek için bir diğer ucuna,Avusturalya'ya bisikletle yol almak bu şekilde uzun bisiklet turlarına aşina değilseniz belki de çok anlamsız gelecek. Benzer şekilde bu yıl Güney Afrika'da düzenlenen Dünya kupasına yetişmek üzere Mısır Kahire'den Cape Town'a yol alan bir grup bisikletli daha var desem... İlk bahsettiğim solo bir tur iken diğeri dört kişilik bir gruptan oluşuyor ve her biri şu anda yoldalar...

Bu yazının konusu edeceğim ise ilk bahsettiğim kriket sezonu için yola çıkan Oli... 2009 Ekim'inde yola çıkan Oli şu anda Hindistan'da turuna devam ediyor ve bu yıl kasım ayında Avusturalya'da olmayı planlıyor. Avusturya'daki sezon açılışının yanı sıra Oli, turu boyunca geçtiği ülkelerde İngiltere ve sömürgeleri dışında pek bilinmeyen kriket sporunu da tanıtmayı amaç ediniyor. Son zamanlarda hemen her uzun turda karşılaştığımız üzere ayrıca bazı kuruluşlar adına 100 000 £ bağış toplamayı da hedefliyor. Turdaki izlenimlerini paylaştığı Cycling to Ashes blogunu takip edebilirsiniz.

Oli, turu sırasında Türkiye'den de geçti ve hatta etrafına birkaç kişiyi toplayıp İstanbul Sultanahmet meydanında Ayasofya önünde baya renkli bir kriket maçı yaptı. Türkiye ve Suriye geçişi sırasında kendisine eşlik eden bir Türk yönetmen tarafından turun görüntüleri alındı ve Belgradlı başka bir yönetmen tarafından da eski kayıtlarla birleştirilerek "Film Until the Ashes" belgesel projesi hayata geçirdi. Belgeselin 15 dakikalık düzenlenmiş hali bu yıl Budapeşte'de düzenlenecek Bisiklet Filmleri Festivali için yayınlandı... Arka plandaki müzik ile süper bir video olmuş, bir göz atın...


Film Until Ashes - BFF festival edit (part 1.)
Bisiklet performansımı denemek için uzun zamandır planlar yapıyordum ve sonunda teoriyi bırakıp işi pratiğe döktüm. Birkaç haftadır bisikletin bakımı ve dış lastik değişimiyle uğraşıyorum, aklımda da Yalova'da Erikli yaylasındaki şelalelere bir gezi yapma fikri var. Burasıyla ilgili bir çok yazı okudum, özellikle geçen haftalarda "Kaçamak Bisiklet Gezileri" blogundaki yazı bu turu bir an önce gerçekleştirmek için ilham kaynağım oldu... ve dün saat 6:30'da evden çıkarak Yenikapı'dan Yalova feribotuna binmek üzere pedal bastım...

İlk kez bu saatlerde İstanbul'da bisiklet sürüyorum ve bu kesinlikle ilk ve tek olmayacak diye aklımdan geçiriyorum.. Şu ana kadar hep sağlı sollu arabalarla dolu gördüğüm caddeler bomboş, dükkanlar daha yeni yeni kepenklerini kaldırıyor, İstanbul daha yeni yeni uyanıyor. Solumda yeni doğan Güneş ve boğaz manzaarasıyla kendimi Yenikapı'da buluyorum ve 8:30 vapuru ile Yalova'ya doğru yola çıkıyorum..

Gideceğim yer Yalova Çınarcık ilçesi üzerinden devam edip Teşvikiye'den çıkılan Erikli yaylası ve hemen yanındaki Yalova Kent Ormanı.

Feribottan indikten sonra hemen şehir içinden geçip öğlen yemeği için birkaç şey aldıktan sonra Çınarcık yönüne doğru ilerliyorum. Şehir merkezinden biraz uzaklaştığımda arabalar seyrekleşiyor ve Termal - Çıanarcık ayrımına kadar ağaçlı bir yolda ilerlemeye başlıyorum.

Hava, bisiklet için ideal. Sıcak fakat terletmiyor, rüzgar hiç yok. Yolda, feribotta karşılaştığım birkaç bisikletliyle selamlaşıp Çınarcık'a doğru kırıyorum direktsiyonu. Sağ tarafımda Marmara Denizi ve uzakta Adalar manzarasıyla birkaç hafif rampayı aştıktan sonra beklemediğim bir çabuklukta Çınarcık tabelasıyla karşılaşıyorum.

Çınarcık'a hoşgeldiniz!

Ne çabuk geldik yahu falan derken etrafta birkaç ev görünce daha şehir merkezine biraz yolum olduğunu anlıyorum; çıktığım rampaların karşılığını Çınarcık merkeze, deniz kıyısına inerek alıyorum. Karşımdaki manzara ise ekstrası.

Çınarcıkta bir çay molası veriyorum hemen sahil kıyısında daha bu saatlerde boş olan bir kahvehanede. Hafiften yaşlı bir amca gelip "Senin arkadaşlar biraz önce burdan geçtiler" diyor önümdeki iki yol bisikletliden bahsederek ve biraz sohbet ediyoruz. Bu arada çay geliyor. 23 Nisan olduğundan sahil yavaş yavaş hareketlenmeye başlıyor, anneler ellerinden tuttukları çocuklarıyla şehir meydanına doğru yürüyorlar. Bütün bu hareketliliğe rağmen bir koşuşturmaca göze çarpmıyor, herşey sanki olağan haliyle sürüp gidiyor. Dönüşte burada daha fazla zaman geçirmeyi planlayıp Teşvikiye'ye doğru yola çıkıyorum.

Çay keyfi...

Çınarcık sahilden bir manzara...

Çınarcık'tan Teşvikiye'ye doğru ilerledikçe manzara yavaş yavaş değişiyor, yeşilin yoğunluğu artıyor. Sağlı sollu tahta çitlerle çevrili çiftlikler, köy evleri yol boyunca uzanıyor. Etrafta da orta yükseklikte tepeler yolu çevreliyor. Sürüş gittikçe daha da zevkli hale geliyor..

Teşvikiye'ye giderken..

Teşvikiye'ye az kala..

Kasaba merkezinden geçip ilerliyorum ve yaklaşık iki kilometre dümdüz bir yolda, yemyeşil tepelerin arasında, sağımda bu muhteşem atmosfere eklenen derenin sesiyle pedal basıyorum. Böyle bir ortamda bisiklet sürmeyeli bir yıla yakın oluyor..

Yolun sonunda Erikli Yaylası ayrımından sağa sapıp aynı güzellikteki yolu takip ediyorum. Yol dümdüz ve yeni asfalt lastiklerim sayesinde sanki sıfır sürtünme ile yol alıyorum. Biraz ilerde küçük bir göleti geçtikten sonra artık yavaş yavaş tırmanmaya başlıyorum.

Rampalar başlıyor..

Çınarcıktan beri nerdeyse hep düz yolda ilerlediğimden tırmanışa rahat ve hızlı bir şekilde başlıyorum; tempomu ayarlayıp dinlene dinlene yükseliyorum. Yol oldukça dar fakat gelen giden pek yok. Yol boyunca fonda sürekli yanda akan derenin sesi var. Yol boyunca her yerde irili ufaklı akan sulara rastlıyorsunuz. Bir saate yakın tırmanıştan sonra yol üstündeki bir çeşmede dinleniyorum ve yukarıdan gelen iki bisikletçi yanıma yanaşıyorlar. Gemlik'ten geliyorlarmış. Kent Ormanına daha ne kadar olduğunu sorduğumda "Daha yolun yarısındasın ve ilerisi daha da zorlayıcı" dediklerinde biraz moral bozuluyor haliyle. Sıcaklık gittikçe hissedilmeye başlıyor ve sırt çantamda fazlasıyla yük yapıyor. Su takviyesinden sonra yola devam ediyorum ve tırmanıyorum, tırmanıyorum ve hala tırmanıyorum...

Yol kenarında bu küçük derelerden bir sürü var..

Bu da önümüzdeki şelalerin bir habercisi olsa gerek..

Tırmandığım yollar sol altta ve biraz arkada görülüyor...

Yorgunluğum hissedilir dereceye ulaştığında yol inişe geçiyor ve biraz sonra da eksik bir "L" harfi ile Erikli Yaylası tabelası görülüyor.

Bu çok yaklaştığımın bir işaretçisi, birkaç dönemeçten sonra da büyük bir rahatlama ile Kent Ormanına ulaşıyorum. Girişteki bilgilendirme levhasına göre yaklaşık 450m tırmanmışım ve sonunda ormanın ve şelalelerin keyfini çıkarabilirim. Saat ikiye yaklaştığından bir an önce yanımdakileri mideye götürmek için sabırsızlanıyorum ve ormanın hemen girişinde sol tarafta iki tane bank buluyorum. Kaşar ve salamlı bir sandiviçin bu kadar lezzetli olduğunu hiç hissetmemişim diyerek silip süpürüyorum ve şırıl şırıl akan derenin kıyısında şöyle bir uzanıp yaklaşık yarım saat dinleniyorum.

Şelalelerden önce yemek ve dinlenme molası...

Biraz dinlendikten sonra ormanın içine, şelalelere doğru ilerliyorum. Nasıl birşeyle karşılaşacağımı tam bilmiyorum; birkaç yerde fotoğrafından hayal meyal hatırlıyorum fakat göreceğim ilk şelale olacağından heyecan son noktada.. Asma köprüden geçip patika yoldan devam ederek ilk şelaleye varıyorum ve duygularımı sözlere dökemeyeceğimden turun bu noktası kelimelerin bittiği an..



ve biraz yukarıda ilk gördüğümde ağzımın açık kaldığı ve yanı başında oturup bir saat seyrettiğim diğer şelale:

Çıktığım yokuşlar, şu anda bile bacaklarımda hissettiğim yorgunluk, hepsi o yemyeşil yollarda pedallamaya, bu muhteşem doğa olayına tanıklık etmeye değer. Günde yaklaşık doksan kilometreye çıkmış olmam ise bundan sonraki turlar için inanılmaz bir cesaret ve özgüven kaynağı oldu; bir sonraki turu planlamaya daha dönüş yolunda başlamıştım bile...

Bisikletle Dünyayı Turlamak

Hem de BBC kalitesinde... Belgesel ve bisiklet tutkumu bir arada tatmin eden muhteşem birşey geçti elime. Mark Beaumont 1983 doğumlu bir İskoç ve 2008 yılında Dünya'yı bisikletle dolaşma rekorunu 81 gün farkla kırarak adını tarihe yazmış bir maceracı. Bu rekor 2009 yılında James Bowthorpe tarafından 175 güne indirilse de Mark'ın turunu özel kılan şey, bisikletle 193 günde kat ettiği 27 000 km sırasında kendisine eşlik eden BBC çekim ekibiyle harika bir belgesele de imza atması.

Uzun ve eminim ki sancılı bir hazırlık sürecinden sonra yola Paris'tan başlayarak Orta Avrupa'yı, Romanya ve Bulgaristan'ı aşıp Türkiye'den geçen Mark, buradan yola devam ederek İran'ı geçip Pakistan ve Hindistan'ı aştıktan sonra efsanevi şehir Kalküta'ya varıyor. Buradan uçakla Avusturalya'ya geçip kıtayı baştan başa kat ettikten sonra tekrar uçakla Kuzey Amerika'ya geçiyor. Kuzey Amerika'yı da pedalladıktan sonra uçakla Portekize geliyor ve oradan başlangıç noktası Paris'e ulaşıyor.

Mark'ın İstanbul'a kadarki rotası

ve Kalkutaya kadar olan kısmı...

Ailesinin en önde bulunduğu bir kalabalık tarafından coşkuyla karşılanıyor Mark... Tam 193 gün önce ardından endişe ve gururla bakan annesi sımsıkı sarılıyor Mark'a.

193 gün geçiyor fakat neler olmuyor ki macerası sırasında. Vejetaryan olduğu için çoğu ülkede yiyecek doğru düzgün birşeyler bulamıyor, birkaç kez yediklerinden zehirleniyor, İstanbul trafiğinde kendi sözleriyle "hayatının en kötü sürüşlerinden birini" yapıyor, Pakistan'da kamerasını kapatmak zorunda kalıyor ve ancak askerler eşliğinde yol alıyor, Hindistan'da yolunu kesip sürekli parasını isteyen insanlarla uğraşıyor, Avustralya'nın yüzlerce kilometrelik çöl otoyolunu yüzlerce kilometre bir hayat belirtisi görmeden geçiyor, Amerika'da kış mevsiminde pedallamak zorunda kalıyor..... İşin güzel tarafı bütün bunları zaman zaman yanındaki kamera ile bazen de ona eşlik eden BBC kamerasıyla kayda alıyor. 4 bölüm olarak geçen yıl yayınlanan belgeselin ismi "The Man Who Cycled the World".. İnterneti kullanmayı az çok biliyorsanız sadece bu isim ile küçük bir aratmayla birçok kaynaktan belgeseli bulabilirsiniz ama ben işinizi biraz daha kolaylaştırayım. ( Belgeselin bağlantılarını veren bir site için tıklayınız)

(Resim Mark Beaumont'un web sitesinden alınmıştır)

Mark'ın ismini birkez daha geçen yıl çıktığı Amerika kıtasını kuzeyden güneye kat etme projesiyle tekrar duyduk. Bu seferki tur alışıldık bisiklet turlarından biraz farklı. Tur planını yaparken Amerika kıtasının batı kıyısı boyunca sıralanan Rocky ve And dağlarını takip etmeyi planlayan Mark, ayrıca bu hattaki en yüksek iki zirveyi de hedefleri arasına eklemiş. Kuzey'de Alaska'dan yolculuğuna başlayıp ilk olarak Denali olarak da bilinen McKinley dağına ( 6194 m ) zorlu bir tırmanış gerçekleştiriyor; ardından bisikletiyle Kuzey Amerika'yı geçip Meksika üzerinden Ekvador ve Peruya ulaşıp Arjantin'e geçiyor. Burada ikinci zirve denemesi olan Asya dışındaki en yüksek zirveye, Aconcagua'a ( 6962 m) tırmanıyor ve Güney Amerika'nın en güney noktasında turunu tamamlıyor.. Dünya turu kadar yoğun bir tempoda geçmese de oldukça zorlu bir deneme. Normal tırmanışçıların haftalarca dinlenerek hazırlandıkları Aconcagua tırmanışını 6 ayın üzerinde bisiklet turunun üstüne başarmak pek kolay olmasa gerek..

Güzel bir haber daha; Mark'ın bu son turunda da kendisine BBC ekibi ve kendi el kamerası eşlik etti ve tur geçen ay üç bölümlük bir belgesel olarak yayınlandı : "The Man Who Cycled the Americas". (İndirip izlemek isteyenler içinde bağlantı burada)

Mark'ın turları klasik dünya turlarından farklı olarak daha çok performans odaklı olduğundan keşif ve macera kısmı nispeten daha az. Turu sırasında nerdeyse aralarda birkaç kez bisikletten iniyor. Fakat asıl olay da sele üstünde, bisiklet hızında bütün dünyayı gözleyebilmek zaten. Gözlerinizin önünden yollar, şehirler, insanlar yavaş yavaş akıyor ve tüm bu yaşadıklarınız size eklenip sizi var ediyor...Böylece turların başlangıç günündeki insan ile bitiş günlerindeki insan arasında ucu birleştirilemeyecek kadar fark ve değişim oluyor..

Boğaz Turu

Sabah pek de erken olmayan bir saatte kalkıp beş dakika sonra tshirt ve eşofmanı giymiş bisikleti dışarı çıkarmaya uğraşıyordum. Hava durumuna göre bugün hafif yağış var fakat masmavi gökyüzü bunun tam tersini söylüyor; ben de yağış gelene kadar tadını çıkarayım diyorum. Boğaz'a karşı da bir kahvaltı etmiş olurum hem.. Menümüzde peynirli poğaçalarımız ve bir de meyve suyumuz var. "Boğazda kahvaltı" derken kulağınza gelen "burjuva" ton bu durum için sadece boğaz manzarasından kaynaklanıyor emin olun ...

Bebek'ten Sarıyer'e doğru boğazda pedallamak, çoğu yerinde emniyet şeritsiz iki şeritli yolda zaman zaman trafiğin ortasında kalıp koca koca jiplerin anlam veremediğiniz manevralarıyla zor anlar yaşasanızda muhteşem manzarası sebebiyle alışkanlık yapan bir deneyim. Bu parkuru antrenman için kullanıyorum fakat bu parkurun üzerinden birçok alternatif rota keşfedilmeyi bekliyor (Belgrad ormanı, Rumeli Feneri, Rumeli Kavağı vs vs..)..

Kampüsten döne döne sahile inip biraz pedal bastıktan sonra hemen ilk gördüğüm banklara kurulup kahvaltıya başlıyorum. Sarıyer'e gidiş yönünde her zamanki gibi sağlam bir rüzgar var. Bu rüzgar beni Sarıyer'e varmadan geri döndürecek hatta. Ama şimdilik herşey yolunda, poğaçalar nefis, sağımdaki ve solumdaki iki köprü manzarası birbirinden güzel:

Solumda Fatih Sultan Mehmet köprüsü...

Sağımda biraz daha uzakta olan Boğaziçi köprüsü...

Kaldırımlar balık tutan emekli amcalarla dolu. Haftaiçi "mesai saati" olduğundan pek kalabalık değil, ancak tek tük ya benim gibi okulu kırıp kendini boğaza atmış gençler ya da eşofmanlarını çekip, mp3 oynatıcısını kulağına takmış düzgün tempoda yürüyen ablalarımız. Kaldırımların kalabalık olmamasını fırsat bilip kahvaltıdan sonra ben de kaldırımdan devam ediyorum İstineye'ye doğru ve boğazda en sevdiğim noktadan köprünün ve benim düldülün bir fotoğrafını alıyorum:

Yola devam. Kaldırımı takip edip Emirgan korusu girişine kadar sürdükten sonra yola çıkıp İstinye'nin trafiğine girmekte sıra. Burayı da hemen girişteki hallerin ordan kaldırma kırarak atlatıyorum bu sefer. Kaldırımdan gidiyorum deyince "trafik canavarı" da ilan edilmek istemem..Bahsettiğim kaldırımlar genişlikleri ortalama 10-15 m olan kaldırımlar; herkese yetecek kadar yer ver yani..

İstinye'yi geçip İstanbul'da en sevdiğim semtin içinden geçiyorum : Yeniköy.. Her iki yanında ağaçlar olan yollarda pedal basmak kadar keyifli birşey yoktur. Hele bu yollar genişse ve her iki yanında da güzellikte birbiriyle yarışacak mimaride yalılar varsa daha ne olsun. Buyrun Yeniköy'den bir yol manzarası:

Yeniköy'ün yolları...

Yeniköy'den artık Sarıyer'e kadar duraksız pedal basayım diyorum fakat Tarabyayı geçtikten sonra yüzüme yüzüme vuran rüzgarla savaşa başlıyorum. Hızımı nerdeyse yarıya düşürüyor ve işin tüm keyfini kaçırıyor. Söylene söylene tam boğazın Karadeniz'e açıldığı kısmında biraz oturup birkaç fotoğraf çekiyorum:

Sol taraf Avrupa, sağ taraf Asya... Avrupa tarafından nedenini anlamadığım dumanlar yükseliyor...

Rumelifeneri'ne gitmeyi planlamıştı bugün fakat oturduğum yerden gördüğüm dumanlar pek iyi hisler uyandırmıyor.. Sahilde oturup kitap okumayı planlarken, duman solumaya pek niyetim yok. Üstelik daha iki gün önceden bisiklet üstünde yağmura yakalandığımdan ciğerime ciğerime işleyen bu rüzgara daha fazla kafa tutmayıp Bahçeköy ayrımından geri dönüyorum...

Geri dönüş yolu arkamdan esen rüzgarla çok daha keyifli. Yeni asfalt latiklerimin performansını denemek için güzel bir fırsat. Eski MTB lastiklerime oranla bisikletin verimi çok daha arttı fakat ince lastik bana ufak sarsıntıları dahi hissettirmeye başladı. Performans artışına göre şimdilik göze alabileceğim bir durum zaten, sorun yok..

İstinye'yi geçtikten sonra hava biraz kapamaya başlıyor, kampüse dönerim derken Emirgan korusu levhasını görüp hemen sağa kırıyorum. Geçen sene sürekli gelirdim buraya, bu sene ilk defa. Üstelik lale festivali de var. Heryer cıvıl cıvıl. Benim kafamı dinleyip sakin sakin kitap okuma planım için pek uygun değil. Varsın olsun deyip bisikletimle dolaşmaya başlıyorum ve birkaç fotoğraf çekiyorum:

Korunun birçok köşesinde aşağıdaki alçıdan yapılmış hayvan figurlerine rasladım:

Girişte beni selamlayan bir fil...

Emirgan korusu denince akla gelen sincap.. Gerçekleri yukarda dallarda oynaşıyorlar..

Birbirine dargın iki ayıcık ...

Lalelerden yapılmış bir gökkuşağı ve birkaç tane daha fotoğraf:




Koruyu baştan başa dolandıktan sonra kalabalıktan uzak bir banka kurulup Doktor Fergusson, dostu Dick Kennedy ve Joe'nun "Balonla Beş Hafta" macerasına daldım, Afrika'nın düzlüklerinde kuşbakışı yol aldım... Jules Verne'un dehasına bir kez daha hayran kaldım ve kendi kendime iyi ki de çocukluk dönemlerimde okuduğum kitaplarını tekrar okumaya karar verdim dedim.

Bir buçuk saatlik tembelliğin ardından kalkası gelmiyor insanın ama daha kampüse çıkmak için tırmanacağım düşündükçe gözümde büyüyen bir yokuş var ve dönüş yolu...